1958 – 2018
“Sıkılmadıysanız, öyküme derginin gelecek sayısında, kaldığım yerden devam ederim” diye bağlamışım bu başlığı taşıyan ilk yazıyı. Ne yazmışım diye bir daha okuyunca gördüm ki, büyük bir eksiği var. Geçmişte olanları art arda sıralamak, kuru bir tarihçe yazmaktan öteye gidemiyor. Böyle bir tarihçe, o yılları yaşamış olanlara bir şey ifade edebilir, hatıralarını canlandırabilir, ama sonraki kuşaklar? Geçmişi onlara da anlatabilmek istiyorsak, kronolojinin içini anekdotlarla doldurmak, onları canlandırmak gerek. Bu amaçla biraz flash-back yapmalıyım, yola devam etmeden önce…
Evet, ilk kez 20 Aralık 1958 Cumartesi günü Galatasaray Lisesi’nde sahneye çıkmışım, Kuyrukluyıldızlar vokal topluluğu ile. Daha önce Ankara Atatürk Lisesi’nde -herhalde 1957’de olmalı ve sanırım aynı yaz, Caddebostan Gazinosunda düzenlenen bir ses yarışmasında da çıkıp iki felaket yaşamıştım, onları saymayayım daha iyi.
İlkinde heyecandan şarkının sözlerini unutup ağlayarak sahne arkasına kaçmıştım. Şarkı Belafonte’nin “Banana Boat Song”u idi ve en baştaki “Daaay-o”lardan sonra orkestra sustuğunda giremem gereken cümle: “Work all night on a drink of rhum” bir türlü gelmemişti. Caddebostan’daki yarışmaya ise, mahalledeki arkadaşların gazına gelip sesimin güzel olduğuna inanarak girmiştim. Andy Williams’ın hit şarkısı “Butterfly”ı söyleyecektim. Tabii prova filan yok, sadece şarkının tonunu seçmeye ayrılan birkaç dakikacık. Orkestra Madame Butterfly’dan bir arya okuyacağımı sandı, öyle olmadığını söyleyince şarkıyı biraz mırıldanmamı istediler, mırıldandım. Sonuçta bilmedikleri bir şarkıyı nasıl eşlik ettiler hatırlamıyorum. Ama mahalledeki destekçiler takımının “Ankara Canavarı” diye şamata ile sahneye çıkardıkları ben bir daha rezil olarak, alaylar arsında indim sahneden, bir daha da çıkmamaya yemin ettim. (Tutamamışım demek yeminimi). Gene de bu iki utanç, bana başka bir şeyi öğretti. Öyle kolay kolay gaza gelmemeyi, kendini gerçekçi bir gözle değerlendirip olmayan nitelikleri vehmetmemeyi. Az kazanç sayılmaz.
İlk konserimizde G.Saray Lisesi’nin orkestrası ve Genç solisti Barış Manço da vardı, Deniz Harp Okulu’nun -asıl adı Genç Marenler olan- ama askeri okul böyle hafifliklere hoşgörülü bakmadığından Somer Soyata ve arkadaşları adıyla sahneye çıkan orkestrası da.
İlk büyük alkışı, daha önce çıkan biz aldık. Kingston Trio’dan “Tom Dooley”, Everly Brothers’dan “Bird Dog”. Yıkıldı salon, çok şükür altında kalmadık. Ama en son sahneye çıkan “Genç Marenler” bizi de moralimizi de yıktı, altında kalmadık desem yalan olur, ezdi geçti. O topluluktan müziğimize kalan değerleri, Durul Gence ve Erkut Taçkın’ı çoğunuzun hatırladığına kuşkum yok. Ama o konserde bizi ezen bir başka şey daha vardı: “Aman Allahım, iki tane elektro gitarları ver, akustik değil, gerçek elektrogitar”. O zaman başka kimsede yoktu. Deniz Harp Okulu öğrencileri olarak okul gemisi olan Savarona ile Akdeniz tatbikatında uğradıkları bir şehirden almışlar, hamileri Binbaşı “Cumhur Alp” sayesinde gizlice getirebilmişler Türkiye’ye. (Pop Müziğimizin büyük bir şükran borcu olan Cumhur Alp’e POP-SAV’ın sahip çıkması çok iyi olur diye düşünüyorum. Gördüğü hayırsızlıklara küsüp yurt dışına gitti, sonrasını bilmiyoruz.)
Ben döneyim elektro gitara. “Kimselerde yoktu” dedim ya, bir kişide var olduğunu biliyorduk sadece. Les Paul gibi çalıyordu, radyoda emisyonları vardı. Adı Turgut’tu, soyadı bir türlü aklıma gelmiyor. (Day-o’nun yanına gitmiş olabilir). Evet, elektro gitar yoktu, ama telefon kulübelerinden tırtıklanan ahizelerin mikrofonunu söküp akustik gitarın içine sarkıtarak yapılan çakma elektro gitarlarımız da yok değildi ya! “İyi de, amplifikatör?” mü dediniz? Evdeki radyo ne güne duruyor? Erkin Koray’ın gitaristi Ercan’ın (yanlışım varsa Erkin düzeltsin lütfen) annesinin bir provayı basıp onu da radyoyu da süklüm püklüm eve götürdüğünü hatırlıyorum.
Bu arada ben de “Armoni” diye esrarengiz bir şeyin varlığını fark etmiştim ve nerde olursa olsun onu bulup sırrına ermeye karar vermiştim. Tamam da, armonik bir enstrüman olmazsa nasıl ereceğim bu sırra? Evde kırık bir gitar vardı, teyzem bir ara ders almış, sonra bırakmış. Kadıköy’de bir tamirci bulup kırığını yapıştırttım önce. Sonra da bu sırrı vakıf kim varsa yakasına yapıştım. Önce sevgili Erkin Koray, ardından Doruk Onatkut kurbanlarım oldular. Bana bu sihirli dünyanın kapılarını açan bu iki dostuma şükran borçluyum. Her ikisi de Moda’da oturuyordu. Erkin’in annesi piyano dersleri veriyordu. Doruk’un babası ise Moda Kız Lisesi müdürüydü, tabii lisenin bir sahnesi ve piyanosu vardı. Ayrıca iyi müzik öğretmenlerinden ders alan Doruk, öğretmeye de yatkındı. Daha sonra ilk profesyonel yaşamıma da Kuartet ve Kentet Dogo’da, onunla başladım. İyi de, doğru dürüst çaldığım bir enstrüman yoktu ki! Akor tutacak kadar gitar tıngırdatmak yetmez. Kendime en kolay ve yakın enstrüman olarak Elektro Bas’ı seçtim. Çalması –zamanın anlayışına göre- daha basit ama armoni bilgisi istediği için bu enstrüman bana en yakını olan idi.
Ama o zamanlar enstrüman bulup almak da çok zordu. Allahtan, yabancı orkestralar Türkiye’de çalışıp ayrılırken enstrümanlarını satardı bu talebi yüksek pazarda. Almanya’dan gelen -ey hain hafıza yıktın beni gene- neyse adını şu anda hatırlayamadığım bir orkestra da gitmek üzereydi ve elektro bas satılıktı. (Utandı hafızam ve buldu: İbrahim Solmaz Orkestrası) Hemen çalıştıkları yere gittim. Benim sözünü ettiğim alet, bildiğimiz kontrbasın koskoca gövdesini fırlatıp atmış, sap gibi kalmış bir şeydi. Orkestra çalıyor ve bas sesi geliyordu ama görünürde böyle bir “sap” yoktu. “Allah Allah, acaba direğin arkasında da ben mi görmüyorum?” diye yerimi değiştirdim, ama hayır, sesi var kendisi yok. Çalmaya ara verdiklerinde tanıştım yumurta sarısı rengindeki yeni aletimle. Meğer küçülmüş, küçülmüş, bir elektro gitar sandığına girmiş. Üstelik perdeleri de var. Zaten gitarın 4 kalın teliyle de aynı, yeme de yanında yat. Elime alır almaz çalmaya başladım. Başlayış o başlayış.
Arkası gelecek yazıda…
Şanar Yurdatapan