1958 – 2018
Nerde kalmıştık? 1960 yazında.
İlk tam profesyonel çalışmam.
Sevgili Doruk hocamın (Onatkut) orkestrası. Önce Kuartet Dogo, sonra Kentet Dogo. Caddebostan Dağ Klüp’te çalıyoruz. Klüp de antika bir yer. Çok hoş ve deli dolu, hatta çılgın bir müteşebbis Muzaffer Dağ. Sen tut, Caddebostan Gazinosunun karşısında, çam ağaçlarıyla çevrili bir arsayı kirala, etrafını hasırdan duvarlarla kapat, içine de hasırlar ser, masa yerine de çam kütükleri, al sana üç kuruş maliyetli bir gece klübü.
Klüp bir tuttu, pir tuttu. Biz de keyif içinde çalıyoruz. Aynı anda hem çalıp hem söylemek ya da aaa uuu vokal yapmak başta zor gelmişti ama, insanoğlu (ve kızı da öyle) her şeye alışıveriyooor.
Özel müşterilerimizden biri de Alpay (ağabey) idi. Çok yakından tanıdığınız meşhur Alpay işte. (Halamın oğlu, benden 6 yaş büyük. Tabii ki benim için Alpay ağabey. Yaşım 80’e yaklaşıyor diye ona adı ile hitap etmek olacak iş mi?) Gelip sahneye çıkmıyor -o zamanlar utanıyordu- yakın bir hasırdaki yerine yayılınca -mikrofonun kablosu yetiyordu çok şükür- ilan edilmemiş bir şov başlıyordu… Diğer müşteriler birdenbire çok güzel bir sesle irkilip “Kim bu yahu?” diye sahneye baktıklarında Kentet Dogo’dan başka birini göremiyorlardı ama büyük bir keyifle dinliyor ve alkışlıyorlardı.
Alpay’ın da aklı fikri müzikte olduğundan beni ikna etti, alıp Ankara’ya götürdü. 1961 sonlarında Fen Fakültesi kantininden mezun olup -yani üniversiteden kaydımı sildirip- kendimi Ankara’da buldum. Alpay’ın müziklerini hazırlıyor, onun reklam firması Pınar Reklam’da çalışıyordum. Firmanın ses kayıt studyosunu amacından saptırıp müzik stüdyosuna dönüştürmüştük. Başarı ölçüsü ise değişmemişti: İyi taklit.
O dönemde, radyolarda farklı programlar yapan yeni bir kuşak oluşuyordu. İstanbul’da Fecri Ebcioğlu, Ankara’da Filiz Öktem, İzmir’de Ali Kocatepe, Ümit Tunçağ, Bülent ve Sebla Özveren, özellikle genç kuşağı radyoya bağlamışlardı. Biz yeni bir şarkı yaptıkça onlara yolluyorduk, onlar da özgürce çalıyordu. Daha Denetim Kurulları denen sansür mekanizması yoktu, inanmayacaksınız ama, kısa bir süre için de olsa, müzik özgürdü.
Alpay’ın İtalyanca, İspanyolca şarkıları radyolarda çalınıyor, ama hiçbir gazeteye röportaj vermediği için adı etrafında efsaneler uyduruluyordu. Aslında öyle biri yokmuş, bir İspanyol şarkıcı Alpay diye yutturuluyormuş filan… Ama bir gün o İspanyol şarkıcı gayet güzel bir Türkçe ile “Kara tiren gelmez m’ola” deyince işler iyiden iyiye karıştı. Alpay, en sonunda Ankara, İstanbul, Adana ve Samsun’da bir konser dizisi ile ortaya çıktı. Yıl 1962 olmalı. Piyanoda Murat Sungar, gitarda Robert Anglin (sonra Tarık Öcal), davulda Durul Gence ve bas gitarda benim çaldığım bir dörtlüydü ona eşlik eden ama herkes enstrümanını çalarken vokal de yaptığı için bir dörtlüden çok fazla ediyorduk. 5’ten değil ama galiba 8’den de fazlaydık.
Sonra “Denetim Kurulları”ortaya çıktı. (Devlet hiç öyle başıboş bırakır mı toplumu, İlle her şeyi kontrol edecek). Önce radyolarda İstanbul, Ankara, İzmir, ayrı ayrı kurullar oluşturuldu. Şarkıları onlara gönderiyorsunuz, icazet alınırsa çalabiliyor program yapımcıları -taze deyimiyle “Disc Jockey”ler.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Disc Jockey” demek diskoteklerde müzikleri yöneten kişi demektir, radyodaki yapımcılar değil. Tamam, tamam, kavga etmeyelim. Ama o yıllarda bu anlama kullanılan -yerli ve milli olmayan- yeni bir sözcüktü işte. Sözcük kavgası yapacaksak “Diskotek” de “plak kütüphanesi” demekti; insanların yüksek volümlü ve haşin ritmli müzikler ve gözlerinin taa içinde sıkılan renkli projektörlerle huşu içinde dans ettikleri dükkanların adı değildi.
*****
Evlendim, ilk çocuğum Arda (Sonradan Arda Kardeş) 1967’de dünyaya geldi. Askerlik girdi araya.
O zaman Yedeksubay Öğretmenlik diye bir şey vardı. Lise mezunları köy okullarına öğretmen olarak gönderiliyordu. Bana da Çankırı’nın Çukurören köyü düştü. Dağın tepesine, kışın zaman zaman dünya ile bağlantısı kesilen garip bir köy. Hayatımın en güzel ve en öğretici günlerini orada yaşadım.
Eski muhtar, bir komşum ve Eğitmen.
Onlar ayaktayken daha genç olan ben neden ortada oturuyorum?
Çocuk gibi konuşmayın. Orada -aynen 15. Lui gibi- Devlet benim de ondan
Dönüşte, Alpay’ın açtığı Alpay Kulüp’te, ona eşlik eden topluluğu oluşturdum. Bir kış sürdü bu kulübün ömrü. Ben de 3 aylık Temel Askerlik Eğitimini tamamladım, Amasya’da Koç Yatağı adlı garnizonda. 72. Dönem Yedeksubay-Öğretmen bölüğü de sanatçı kaynıyordu. Zafer Ergin (Şimdi Arka Sokak komiseri), Baykal Saran, Mehmet Akan, Acar Başkut (üçünü de kaybettik), ilk aklıma gelenler. Herkes araziye uyup bu 3 ayı atlatmak ve normal hayatına dönmek istiyor. Rahat dursana be adam!
Sevgili Mehmet Akan’dan birçok yakası açılmadık (yani yasaklandığı için bizlere ulaşamayan) türkü ve marş öğrendim. Çok lazımmış gibi, bir de 72. Dönem Yd. Sb. Öğr. Marşı uydurdum. Sözler, orada yaşadıklarımızın yansımasıydı. Mesela -nedense “S” yerine hep “Ş” diyen- alay komutanı albayın haz’rol pozisyonuna çakılı okumuş yazmış bölüğe vaaz ettiği sözler: “Aşker şehit olur, şivil geberir”. Talim dönüşü bütün bölük, hep bir ağızdan bu marşı söyleyince ortalık az buçuk karıştı ama, neyse, bu iş de bitti gitti.
Tabii bu iş, sadece bizim bölük için bitti-gitti. Başkaları için sürüp gidiyor.
Döndüm. Ne yapacaktım şimdi?
Bizim mesleğimizde önemli değişimler olmuştu.
İstanbul’da Durul Gence kendi 5’lisini oluşturmuş ve o zamana kadar ancak yabancı orkestraların tekelinde olan büyük gece kulüplerinde çalmaya başlamıştı. Ben de -hayatımı bu yoldan kazanma kararını vererek- “Şanar ve O’nlar” adlı kendi topluluğumu kurup önce Ankara’da yeniden açılan Süreyya’da, bir yıl sonra da Playboy klüpte çalıştım.
Ankara küçük yer, tükendi.
Bu işi yapacaksam İstanbul’da dikiş tutturmam şarttı. Öyle de yaptım. İstanbul macerasının başlangıcını, Ati (Attila Özdemiroğlu) ile ortaklığımızı, Şat Yapım’ı ilk yazıda özetlemiştim. Gelecek yazıda onun içini de açarım biraz.
Şimdilik hoşça kalın
Şanar Yurdatapan